AH BURSAM... GÖNLÜMÜN YARASI
AH BURSAM... GÖNLÜMÜN YARASI
Bu aralar, gönlümde hep Mehmet Akif Ersoy’un “Bülbül” şiirinden bir sızı dolanıyor. O mısralar, bu şehrin ruhuna saplanmış bir hançer gibi.
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu. Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın; Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Ah Bursam! Ah, benim yeşil, benim mağrur, benim şimdi yorgun şehrim! Şairin dediği gibi; “Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” Bu hüzün, bu karanlık, benim, bizim payımıza düşen.
İbn-i Haldun bilgelikle söylemiş: “Coğrafya kaderdir.” Ama bu kadere kimimiz plansızlık, kimimiz ihmal, kimimiz de vicdansızlık ekledi. Devlet, Anadolu’nun kalbinden söküp getirdiği insanlarımızı, bu kadim kente ne bir planla, ne bir ruhla yerleştirdi. Sadece göz yumdu, hatta teşvik etti.
Sonrası malum... Her belediye başkanı, sadece bir kez daha o koltukta kalabilme arzusuyla, kendi insanının yüzbinlerce kişilik kaçak mahalleler kurmasına göz yumdu. Gönül verdikleri insanları kaybetmemek uğruna, bu kentin geleceğini feda ettiler. Victor Hugo sanki bizi anlatmış: “İnsanlar kendi felaketlerini hazırlamaktan başka bir şey yapmazlar.” Bursa, bu acımasız büyümenin, bu hesapsız kitapsızlığın kurbanı oldu.
Şimdi bu koca şehir, nefes alamıyor. Kirli, gürültülü, her köşe başı acı bir koku. Trafik mi? O, artık sadece sıkışmış bir rezalet değil, ruhumuzu sıkan bir kâbus. Çarşamba’nın bile lağım koktuğu bir şehirdeyiz şimdi. Ve bu kalabalık, bu plansızlık, bir de Suriye, Afgan, Irak gibi ülkelerden gelen misafirlerle katlanınca... Yüreğimize oturan o kara leke beliriyor: Mafya.
Osmanlı’nın ilk başkentinde, şimdi kara para, görgüsüz bir şatafatla hüküm sürüyor. Platon yüz yıllar öncesinden fısıldıyor kulağımıza: “En büyük kusur, bilmemenin utanılacak bir şey olmadığını düşünmektir.” İşte bu görgüsüzlük, bu bilinçsizlik, en çürümüş eğlenceleri bu kentin merkezine taşıdı. Balık baştan koktu. Türkiye'nin çürüyüşü, ne yazık ki en hassas yerinden, bu kadim ruhun merkezinden başladı.
Oysa Bizi Yakan, Tepedeki Liyakatsizlikti...
Tüm bu acıların, bu karmaşanın üzerine, bir de deprem korkusu çöktü. Hadi pisliğe, trafiğe, kabalığa, görgüsüzlüğe göğüs germiştik. Peki ya bu titreyen toprakla nasıl başa çıkacaktık? Albert Camus’nün dediği gibi, “Yaşamak, yavaşça ölmektir.” Ama burada, yatağa her girdiğimizde, o yavaş ölüm hissi, yerini ani ve dehşetli bir sona bırakıyor. Yatak odalarımız, sanki bir mezarlık gibi bakıyor gözümüze. Geçmişin Maraş depremiyle, geleceğin büyük felaketi arasında sıkışıp kaldık.
Bu korkuların üstüne bir de kapkaç terörü ve hırsız korkusu bindi...
İşbilmez yöneticilerin başa gelmesiyle ve liyakatsiz atamalarla bu sorun daha da derinleşiyor. Her koltuğa oturan çözüm değil de o koltuktan kalkmamak için kendi partisini ya da çevresini işe alıyor. Sonuç liyakatsiz yönetimle daha da derinleşiyor.
"Coğrafya kaderimizdi; ama liyakatsizlik ihmalimiz, ihanetimiz oldu."
Sokrates bu durumu görseydi, ne derdi kim bilir? Belki de: "Bir devletin geleceği, o devleti yönetenlerin niteliğine bağlıdır." Bizim niteliğimiz ise, makamı şahsi menfaat ve sadakatle doldurmak oldu.
Bütün bunları düşününce, Bursalılara gönül dolusu üzülmemek elde değil. Nasıl bir hayat bu? Nasıl bir kader?
"Osmanlı'nın başkentini çürüten, zelzeleden çok, zihniyetteki boşluktur."
Yine de sabırlı ve alçakgönüllü insanlar... Sesleri çok çıkmıyor. Mevlana’nın o derin sözü sanki içlerine işlemiş: “Sen ne kadar sabredersen o kadar hak sahibi olursun.” Efendiliklerini bozmadan işlerine gidip geliyor, yaşamlarını sürdürüyorlar. Sessizce, boyunları bükük, BEKLİYORLAR.
Ne zaman gelecek o aydınlık? Bu kadere, bu çürümeye ne zaman "dur" denecek? Gözlerimden yaş akıyor... Ah Bursam, ah...
Yazarın Sözü: "Kader, coğrafya değil; makamları liyakatsizliğe devredenlerin vicdansızlığıdır. Ve Bursa'yı yakan, deprem değil, ehliyetsizliğin sarsılmaz koltuklarıdır."
Yazar Soner Atabek
soneratabek@bilgigazetesi.org
