Kaybolan Halkın Işığı
Bike S. Demirkız: Öykü : Kaybolan Halkın Işığı-Karınca Halkı (Ant People-Anu Sinom)
10/03/2025 13:59 | Son Güncelleme : 06/11/2025 20:31 | Bike S. Demirkız
Kaybolan Halkın Işığı

Büyükannesi her gece ona aynı hikâyeyi anlatırdı.
“Zamanın başlangıcında, dünya henüz gençken, gökyüzü öfkelendi. Ateş ve su yeryüzüne hükmettiğinde, halkımızın sonu gelmek üzereydi. Ama birileri bize yardım etti…”
Naya, çocukken büyükannesinin sesiyle bu hikâyeye dalar, gözlerini kapatır ve o eski dünyayı hayal ederdi.
Hopi atalarının anlattığı efsaneye göre, insanlar büyük felaketlerden iki kez kurtulmuştu. İlki ateşle gelen yıkımdı. Dağlar lavlarla erimiş, gökyüzü dumanla kararmıştı. İkincisi suyla gelen ölümdü. Okyanuslar kabarmış, nehirler taşmış, dünyayı derin bir sessizlik sarmıştı.
Ama Hopi halkı yok olmadı. Çünkü yerin altına sığındılar.
Onları kim kurtardı?
Büyükannesi gözlerini kısarak fısıldardı:
“Karınca Halkı*, Naya. Yerin altındaki dostlarımız. Onlar bizi korudu, bize yeraltında yaşamayı öğretti. Aç kalmayalım diye yiyeceklerini paylaştılar, üşümeyelim diye bizi toprağın derinliklerinde sakladılar. Biz onların misafiriydik.”
Naya, küçükken bu hikâyeye inanırdı. Ama büyüdükçe, dünyanın gerçeklerinin masallardan farklı olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Şimdi, yıllar sonra memlekete dönerken gökyüzü, sonbaharın yanan yaprakları gibi kızıl ve altın sarısına bürünmüştü. Rüzgâr, toprağın üzerine unutulmuş dualar gibi fısıldıyordu. Büyükannesi ölüm döşeğindeydi. Ve son sözleri, eski zamanlardan gelen bir yankı gibi kulaklarında çınlıyordu:
“Karınca Halkı Naya Karınca Halkı… Yerin altındaki ışığı hatırla…”
Çocukken duyduğu bu masal, bir zamanlar ona sadece büyülü bir hikâye gibi gelirdi. Ama şimdi, büyükannesinin sesi toprak kadar eski, taşlara kazınmış bir kehanet kadar derindi.
İki gün sonra, Hopi kabilesinin geleneklerine uygun bir cenaze töreni düzenlendi. Şarkılar ve dualarla, ataların ruhlarına selam verildi. Ancak Naya’nın içini garip bir huzursuzluk kaplamıştı. Bir şey eksikti. Büyükannesi ona bir mesaj bırakmıştı, ama bu mesaj hâlâ derinlerde gömülüydü.
Cenazenin ardından büyükannesinin odasına girdi. Oda, zamanın dokunduğu her şey gibi ağır bir sessizlikle doluydu. Raflardaki eski kaseler, köşedeki örülmüş sepetler, rüzgârın hafifçe oynattığı bir tül… Ve odanın bir köşesinde duran sandık.
Büyükannesi, çocukken ona bu sandığın bir sır sakladığını söylemişti. “Sandığa bak, Naya. Orada geçmişin nefes aldığını göreceksin.”
Ellerini yavaşça sandığın üzerine koydu, parmakları tozun arasından geçerken kalbinin derinliklerinde unutulmuş bir anı titredi. Kapak açıldığında, içindeki sararmış kâğıtların arasında, loş ışıkta parlayan bir taş gördü. Üzerine kazınmış garip semboller, Naya’nın çocukluk hatıralarındaki kayıp kelimeler gibi fısıldıyordu.
Ve taşın altında bir de harita... Toprak kadar eski, yıldızlar kadar sessiz…
Büyükannesinin sesi, zihninin derinliklerinden yükseldi:
“Kaybolan halkın sırrı, unutulmuş adımlarda gizlidir. Yol, ancak onu hatırlayan için açılır.”
Naya bu davete karşı koyamadı, dönüşünü erteleyerek bilinmeze doğru yola koyuldu.
Günler süren yolculuğun ardından Naya, sonunda haritanın işaret ettiği yere ulaştı. Vadinin dibinde, zamanın bile unuttuğu taş yapılar yükseliyordu. Burada bir şey vardı… Bir an içinde bir ürperti hissetti, sanki bir şey uyanıyordu.
Taşlara dokunduğunda, soğuk yüzeyin altında titreşen bir güç hissetti. Parmak uçlarından ruhuna kadar yayılan bu his, onu çağrının sesiyle ileriye doğru sürüklüyordu.
Tünelin içine adım attığında, hava değişti. Zamanın sesi burada farklı yankılanıyordu. Adımları, taşlara kazınmış duaların üzerinden geçti. Ve sonra, loş ışığın altında, kadim sembollerle süslenmiş bir kapıya ulaştı.
Kapıya dokunduğunda, taştan bir yankı yayıldı. Zihninin derinliklerinde bir ses belirdi:
“Unutulanın eşiğindesin.”
Kapı, sessizce açıldı.
İçeride, odanın tam ortasında eski bir taş altar duruyordu. Etrafında gölgeler gibi dizilmiş taş figürler, karanlık bir kehanetin bekçileri gibiydi.
Ve sonra, odanın derinliklerinden gelen bir ses, zamanın kendisi kadar eski:
“Hoş geldin, Naya.” Dedi.
Bu bir yankı değildi. Bir varlığın sesi gibiydi—derin, boğuk ve zamansız.
O an taşlardan biri hareket etti. Zaman, üzerindeki örtüyü kaldırıyordu. Yavaşça açılan gizli bölmenin içinden, soğuk ve pürüzlü bir kitap belirdi. Ama bu sadece bir kitap değil, bir mühürdü. Üzerindeki semboller, birer fısıltı gibi Naya’nın bilincine süzülüyordu.
“Zaman bir gün geri dönecek.”
Ve Naya, tüm korkusuna rağmen artık geri dönemeyeceğini hissediyordu.
Naya, kaybolmuş halkın sırlarının içinde ilerlerken, taş duvarlara kazınmış kadim yazılar ona bir hikâye anlatıyordu.
“Karınca Halkı, toprağın derinliklerinde kaybolmadı, yalnızca zamanı aşarak beklediler.”
Nefesi, odanın soğuk havasında sessiz bir dua gibi yankılandı. Taş figürlerden biri hareket etti. Naya bir adım geri çekildi, ama içindeki merak, korkusunu bastırıyordu.
Tam o anda, odanın ortasında büyük bir figür belirdi. İnsan mıydı? Yoksa bir yankı mı? Onun gözleri, Naya’nın ruhuna bakıyordu.
“Bizi bul ve zamanın sonuna dokun.”
Ve dünya, bir anda karardı. Sanki görünmez bir kuyu içinde aşağı doğru büyük bir hızla düşüyor gibi hissetti. Ama içinde hiç korku yoktu. Sadece sevgi ve güven hissediyordu.
Naya gözlerini açtığında, yıldızların bile sustuğu bir dünyadaydı. Burada gökyüzü, bilinen göklerden farklıydı. Dağlar, daha yüksek; rüzgâr, bir bilgenin sözleri gibi ağır ve anlamlıydı.
Adımlarını attıkça taşlar titreşiyor, hava eski dualarla yankılanıyordu.
Ve sonra, onu gördü.
Tapınağın ortasında, zamana meydan okuyan bir figür. Ne tamamen insandı, ne de tamamen bir gölge. Onun gözlerinde, hem geçmiş hem de gelecek saklıydı.
“Bizi hatırla, Naya. Çünkü biz hiç kaybolmadık.”
O an, Naya büyükannesinin fısıltısını duydu:
“Işığını bul, Naya. Gerçek, zamanın ötesindedir.”
Ve Naya, bir adım daha attı.
Dünya, sanki bir anlığına durdu. İstemsizce gözlerini kapadı.
Gözlerini tekrar açtığında, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. O biliyordu.
Ama bu değişim, yalnızca etrafındaki taş duvarlarda, kadim yazıtlarda ya da gökyüzünün rengine sinmiş eski ışıklarda değildi. Değişim, kendi içindeydi. Bir kapı açılmıştı. Sadece bir mekânın değil, bilincin, zamanın ve kaderin kapısı…
Daha önce duyduğu hiçbir ses, o anda zihninde yankılanan fısıltılar kadar eski değildi.
“Hatırla, Naya. Hatırla ve anlat. Çünkü ışık, hatırlayanın ellerinde yanar.”
Büyükannesinin sesi, taş odaların soğuk duvarlarında yankılanırken, Naya bir şeyin farkına vardı. Karınca Halkı hiçbir zaman yok olmamıştı. Onlar, insanlığın kaybettiği bilginin içinde beklemiş, yeryüzüne dönmek için doğru zamanı gözlemişlerdi.
Ve işte, zaman şimdi onlara sesleniyordu.
Naya, yeni bir dünyanın eşiğinde olduğunu hissetti. Ama bu yeni dünya, dışarıda onu bekleyen değişmiş bir yer değildi. Bu dünya, insanların içlerinde uyanacak bir bilinçti.
İlk adımı attığında, ayaklarının altındaki taşlar ışıldadı. Zamana kazınmış işaretler, bir yıldız haritası gibi belirginleşti. Naya’nın içini bir his doldurdu: İnsanlık, gökyüzüne değil, kendi derinliklerine bakmalı.
“Bilgi, toprak gibidir,” dedi zihnindeki ses. “Eğer onu eker ve sabırla beklersen, filizlenir. Ama unutursan, çoraklaşır ve kaybolur.”
İnsanlık, unutmuştu. Kendi köklerini, yerin altındaki hikâyelerini, atalarının fısıldadığı sırları unutmuştu. Ama şimdi, bu bilgi yeniden filizlenmek istiyordu.
Naya, Karınca Halkı’nın bıraktığı yazıtlara bakarak anladı: Değişim, dışarıdan gelmeyecekti. taa içerden başlayacaktı.
Ve onun görevi bu dünyada değişimin habercisi olmaktı.
Naya, sandıktan çıkan taşın hâlâ elinde olduğunu fark etti. Bu sadece bir taş değildi artık biliyordu. O, unutulmuş bir çağın anahtarıydı. İşte şimdi, zamanı gelmişti.
Gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı.
Ve bir anlığına, tüm dünya sustu.
Sanki zamanın kendisi bile beklemeye geçmişti.
O anda, taşın içinden bir ışık yükseldi. Önce narin bir ateş gibi titredi, sonra büyüyerek bütün odayı sardı. Odanın taş duvarlarına kazınmış semboller parıldadı, tıpkı gökyüzündeki yıldızlar gibi.
Ve sonra, ışık taş odanın sınırlarını aştı.
Naya, onun yerin derinliklerinden yüzeye yükseldiğini hissetti. Şehirlerin, dağların, nehirlerin, ormanların üzerinden geçtiğini, uyuyan insanlara dokunduğunu gördü.
Dünyanın farklı köşelerinde, insanlar aynı rüyayı gördüler.
Uzak bir çölde, bir çocuk gözlerini açtı ve toprağın sıcaklığında bir değişiklik hissetti.
Bir şehirde, gece yarısı uyanan bir kadın, rüzgârın taşıdığı eski bir melodiyi duydu.
Dağların zirvesinde oturan yaşlı bir adam, aniden unuttuğu bir hikâyeyi hatırladı.
Işık, insan ruhlarının en derin yerlerine dokunuyordu. O ışık, büyük değişimin kıvılcımıydı.
Ama bu değişim sessiz bir uyanış olmayacaktı. Denge bozulacak, direnenler olacak, gölgeler kaynamaya başlayacaktı. Çünkü her yeni çağın doğumu, önce bir sarsıntıyla başlardı.
Işığın dokunduğu her insan, içinde iki ses duyuyordu:
Biri eskiydi. Güvende kalmayı, değişime direnerek geçmişin sınırlarında yaşamayı istiyordu.
Diğeri yeni bir fısıltıydı. Onlara, korkularını bırakmalarını, eski kabuklarını kırmalarını söylüyordu.
Ve işte, asıl savaş burada başladı.
Bazıları ışığı kabullenirken, bazıları ondan kaçtı. Kimi, bunu bir kurtuluş olarak gördü; kimi bir tehdit.
Eski düzenin savunucuları, bu ışığın dengeleri bozacağını düşündüler. Çünkü insanlar uyanırsa, eski sistemler çökecekti.
Ama ışık, zorla alınamazdı.
O, yalnızca hazır olanlara gelecekti.
Naya, döndüğünde, insanların gözlerindeki kıvılcımı gördü.
Bir zamanlar kaybolan bilgiler, eski şarkılar, toprakla kurulan bağ, yıldızların dili… Tüm bunlar tekrar hatırlanmaya başlanmıştı.
Ama Naya biliyordu ki, bu sadece başlangıçtı. Çünkü ışık bir kere çağrıldığında, asla durmazdı.
O, çağrıyı duyanların ruhunda yaşamaya devam ederdi.
Ve o çağrı, tüm dünyaya yayılmaya başlamıştı.
Büyükannesinin sesi bir kez daha zihninde yankılandı:
“Işığı bulan, dünyayı değiştirebilir. Ama unutma, Naya… Gerçek değişim, insanın kalbinde başlar.”
Ve o an, Naya anladı.
Dünya değişmeyecek, insanlar değişecekti.
Ve o insanlar, dünyayı değiştirecekti.
Gözlerini gökyüzüne kaldırdı.
Yeni çağ kapıdaydı.
Naya, kendi içindeki değişimi dünyanın nabzına dokunarak yaydı. O artık yalnız bir yolcu değil, zamanın içinden geçen bir ışık taşıyıcısıydı.
Ve ışık, ona hazır olan herkesin kalbine süzüldü.
Egoların gölgeleri dağıldıkça, insanlar birbirlerine yeniden bakmayı öğrendi. Gözlerin ardındaki ruhu, kelimelerin ardındaki sessizliği, ellerin ardındaki titreşimi hissetmeye başladılar. Birbirlerini yalnızca görmekle kalmadılar; birbirlerinde kendilerini buldular.
Ve böylece yeni dünya doğdu.
Bu dünya, eski dünyanın küllerinden yükselen bir mucize değildi.
Bu dünya, her zaman burada olan ama unutulan bir gerçeklikti.
Bir zamanlar parçalanmış olan her şey, yeniden bir araya geliyordu.
Toprak, insana fısıldıyordu.
Su, gökyüzünün yankısını taşıyordu.
Rüzgâr, geçmişin şarkılarını hatırlatıyordu.
Ve yıldızlar, göklerin unutulmuş hikâyelerini geri çağırıyordu.
Artık insanlar yalnızca yaşamak için değil, varlıklarını kutlamak için buradaydı.
Bir çağ kapanmış, yeni bir çağın şafağı doğmuştu.
Naya, gözlerini ufka çevirdi. Gökyüzü, sonsuz bir döngünün ilk ışıklarıyla parlıyordu.
Bu bir son değildi. Bu, her şeyin başladığı yerdi.
Işık, yeniden dünyaya dokundu.
Ve onunla birlikte, insanlık da kendi özüne doğru bir adım attı.
Yazan: Bike S. Demirkız – Mart 2025
*Karınca Halkı: Y.N. (Ant People-Anu Sinom)
Bunlar da ilginizi çekebilir
Athena: Kıskançlık mı, Otorite mi?
Yazar Amine Demir Yazdı: Athena: Kıskançlık mı, Otorite mi?
9 saat önceYılın En Parlak Gösterisi: 'Kunduz Süper Ay'ı 5 Kasım Gecesi Gökyüzünde!
5 Kasım Çarşamba gecesi gökyüzü, yılın en etkileyici manzarasına sahne olacak. Ay, Dünya'ya yaklaşık 357 bin kilometre kadar yaklaşarak, 2025'in en büyük ve en parlak Süper Ay'ı olarak adlandırılan 'Kunduz Ayı'nı oluşturacak.
1 gün önceTarihi Zafer: Zohran Mamdani, New York'un İlk Müslüman Belediye Başkanı Oldu
Demokrat Parti adayı Zohran Mamdani, tarihi bir zafer kazanarak New York'un ilk Müslüman Belediye Başkanı oldu.
1 gün önce

