ZAMANIN YANKISI
BİKE S. DEMİRKIZ'IN KÖŞESİ (ÖYKÜ) : ZAMANIN YANKISI
09/04/2025 05:54 | Son Güncelleme : 06/11/2025 20:35 | Bike S. Demirkız
ZAMANIN YANKISI
YAZAN: BİKE S. DEMİRKIZ

“Zaman, bazı kapıları açtığında, akıl içeride mahsur kalır.”
İstanbul’un en eski mahallelerinden biri olan Haseki’de, dar bir sokağın kıvrımında, yüz yılı aşkın süredir kimsenin adım atmadığı bir yapı vardı. Burası, 1840’lı yıllarda inşa edilmiş ve uzun yıllar kadın akıl hastalarının barındığı bir Osmanlı bimarhanesiydi. Belgelerde adı “Darülşifa” olarak geçse de mahalleli ona yalnızca “Sessiz Taşlar” derdi. Çünkü oraya giren kadınların çoğu bir daha dışarı çıkmamış, çıkanlar ise ya konuşmayı bırakmış ya da kendi isimlerini bile unutmuştu.
Binanın kapısı yıllardır zincirliydi ama duvarları hâlâ fısıldıyordu. Kubbe altındaki nemli taşlar, geçmişin ayak seslerini yansıtıyor, rüzgâr her estiğinde boş pencerelerden boğuk iniltiler duyuluyordu. Çatısı çökük, avlusu yosun tutmuştu ama o yapı hâlâ dimdik ve tetikteydi. Sanki içine gireni bekliyor, yeniden açılacağı günü biliyordu.
Nehir, otuzlarına yaklaşmış, Osmanlı dönemi yapılarının ruhunu çözmeye kendini adamış bir mimardı. Yüksek lisans tezini Mimar Sinan’ın külliyelerindeki gizli oranlar üzerine yazmış, İstanbul’un arka sokaklarında saklı kalmış hanları, hamamları restore etmişti. Ancak bu proje—Haseki Mahallesi’nin gömülü kalmış, neredeyse unutturulmuş bimarhanesi—diğerlerinden farklıydı. Bina, Osmanlı’nın son döneminde, zihinsel rahatsızlıkları olan kadınların tedavisi için inşa edilmişti. Adı bile Nehir’i ilk duyduğunda huzursuz etmişti: Darülşifa-i Nisâ. Kadınlara şifa dağıtması için yapılmıştı ama içinden yayılan o eski keder, şifadan çok çürümenin kalıcı izlerini barındırıyor gibiydi.
Belediyenin restorasyon girişimi hem akademik çevrelerde hem sosyal medyada yankı uyandırmıştı. Nehir bu projeye gönüllü olmuştu, belki de binayla ilgili içine sinmeyen o tuhaf şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmak için. O gün ekip daha gelmemişti. İlk keşfi yalnız yapmak istemişti; yalnızca gözle görmek değil, yapının ona ne “söylediğini” duymak için. Eski demir kapı, gıcırtılı bir iniltiyle aralandığında içeriden çıkan hava, geçmişin göğsüne bastıran soluğu gibiydi—küflü rutubet, kireç, kurumuş ilâç… ama altında başka bir şey daha vardı: tozun içine sinmiş, dişleriyle bekleyen bir yalnızlık.
Avlunun ortasında, zamanın acımasızlığına direnen bir şadırvan duruyordu. Mermeri çatlamış, muslukları çoktan paslanmıştı. Nehir, yaklaşırken taş gövdesinde bir kazıma fark etti. El yordamıyla dikkatlice sildiğinde ortaya çıkan yazı titrek ama belirgindi. Arap harfleriyle kazınmıştı:
“Delilik, ruhun sustuğu, gölgelerin konuştuğu zamandır.”
Altında bir kelime daha vardı, daha sade, daha kişisel:
“Nehir.”
Nehir’in boğazı düğümlendi. Bu kendi adıydı. Şadırvandaki yazı, yüz yıl önceden gelen bir hayaletin parmak izi gibi duruyordu. Geri çekildi. Bir anda rüzgâr durmuştu. O an yalnız olmadığını hissetti—ama his, sanki biriyle değil, bir hatırayla baş başa kalmış gibiydi.
Bir hatıra, binanın taşlarına hapsolmuş ve yıllarca onu beklemiş gibi.
Tam geri dönmeye hazırlanıyordu ki…
O an, havada bir şey değişti. Zaman yavaşladı sanki. Gözlerini kapattığında burnuna, çocukluğundaki yaz akşamlarını hatırlatan yasemin kokusu doldu. Ardından—nereden geldiğini anlamadığı bir ses… ince, yumuşak ve sanki eski zamanlardan süzülmüş gibi.
“Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana…”
Nehir’in kalbi duracak gibi oldu. Bu ninni… Bu ses…
Çocukken annesi her gece bu ninniyle onu uyuturdu. Ama daha da eskisi vardı: büyükannesi, köyde yıldızlar altında onu dizine yatırır, aynı ezgiyi hafifçe mırıldanırdı. Ne zaman korksa, bu ninni ona sığınak olurdu. Şimdi, yüz yıl önce terk edilmiş bir bimarhanenin taş duvarları arasında yankılanan bu ezgi, tarifsiz bir ürpertiyle yüreğine dokunmuştu.
“Karpuz serer yere, kavun serer yere…”
Ses, sanki duvarların içinden süzülüyordu. Ne bir teypten ne bir insandan geliyordu; daha çok bir anının kendi kendine yankılanması gibiydi.
Nehir, gözleri dolmuş halde, şadırvandan uzaklaştı. Ninni, onu avludan binanın içine doğru çekiyordu. Loş, dar bir koridora yöneldi. Ayak sesleri taş zeminde yankılanırken, sanki bir çift adım daha onunla birlikteydi.
Her adımda, ninni biraz daha yakından geliyordu.
“Uyusun da büyüsün ninnnniii…”
Bir kapının aralık olduğunu fark etti. Orası plana göre kapalı olması gereken eski tedavi odalarından biriydi. Kapı yavaşça açıldı. Nehir, derin bir nefes alarak içeri girdi.
Ninni bir anda sustu.
Yerini derin bir sessizlik aldı.
Odanın duvarına, kurumuş bir elin parmak izleriyle yazılmış gibi duran bir cümle dikkatini çekti:
“Sen büyüdün ama ben hâlâ buradayım.”
Nehir korkuyla geri çekildi, eliyle kapıyı hızla itti. Paslı menteşeler iç çekerek kapanırken içerideki serinlik aniden kesildi. Sırtını duvara yasladı. Kalbi ritmini şaşırmıştı. Elini göğsüne bastırarak derin bir nefes aldı.
Sonra, bir an…
Bir kahkaha döküldü dudaklarından.
Kısa, tereddütlü ve biraz da utanmış bir kahkahaydı bu.
“Koskoca mimarsın, Nehir,” dedi kendi kendine fısıldayarak. “Bir ninniden mi korktun şimdi?”
Titreyen parmaklarıyla kapıyı tekrar açtı. Gözlerini ovuşturup tekrar baktı.
Oda bomboştu.
Ne bir yazı ne de kurumuş bir elin izleri…
Sadece duvarlarda yılların ve küfün lekeleri, yerlerde toz zerrecikleri…
Bütün o cümle, bütün o ses—sanki beyninin bir oyunuymuş gibiydi. Belki de mekânın geçmişle dolu olması, bilinçaltını tetiklemişti. Belki de bu kadar sessizlik insana fazla geliyordu.
Tam o sırada dış kapıdan ayak sesleri duyuldu.
Bir, iki, üç kişi içeri girdi. Restorasyon ekibinden Hasan, içeri neşeyle seslendi:
“Ee mimar hanım, yalnız gezintiniz nasıl geçti?”
Nehir toparlandı, gülümsedi. “Oldukça… etkileyiciydi. Ama bu yerin bizim bildiğimizden fazlası var gibi.”
“Buranın mazisi karışık,” dedi Hasan. “Ama şimdi yeni bir sayfa açılıyor işte.”
Onlar kendi aralarında konuşarak ölçüm cihazlarını ve kroki planlarını açmaya koyuldular.
O an, gün yeniden sıradanlaşmıştı. Duvarlar sessiz, gökyüzü aydınlıktı. Sanki biraz önce olan hiçbir şey yaşanmamıştı.
Ama Nehir’in içinde küçük bir kuş kıpırdanıyordu.
Karanlık bir uyarı gibi…
Buranın hafızası, henüz tamamıyla uyumamıştı.
Ve birkaç gün sonra, işler gerçekten değişecekti.
Üç gün sonra, binanın avlusu yeniden hayatla dolmuştu. Merdiven korkulukları sökülmüş, sıvalar kazınmış, duvar örnekleri alınmıştı. Tadilat, plan dahilinde ilerliyordu. Nehir, gün boyu çizimlerle uğraşıyor, taş dokusunun altında kalmış süslemeleri katalogluyordu. İlk gün hissettiği o uğursuzluk duygusu, yoğun iş temposunun içinde erimiş gibiydi. Hatta ninni olayını kimseye anlatmamış, kendisi bile “zihinsel bir refleks” olarak görüp geçiştirmişti.
Ama o gece…
Hasan, elektrik sisteminin planına göre bodrum katında bazı bağlantıların izini sürmek için aşağı inmeye karar verdi. Yanında genç stajyerlerden biri, Burcu da vardı. Nehir ise yukarıda, geç saatlere kadar röleve çizimlerine göz gezdiriyordu.
Kısa bir süre sonra, bodrumdan telsizle gelen tedirgin bir ses yankılandı:
“Hocam… Nehir Hanım… bir ses var burada.”
“Ne sesi?” dedi Nehir, telsizi eline alıp.
“Bir kadın sesi… şey… sanki… sanki ağlıyor gibi.”
Nehir yerinden doğruldu. “Hasan, şaka yapmıyorsunuz değil mi?”
“Hayır. Şaka değil bu. Az önce Burcu geri çıkmak istedi. O da duymuş.”
Aşağı indiklerinde bodrum kat sessizdi. Taş duvarlar, rutubet ve zamanla kararmıştı. Elektrik henüz tam bağlanmamıştı, sadece birkaç seyyar ışık yanıyordu. Koridorun sonundaki boş hücrelerden birinde, duvar dibinde ince bir su sızıntısı vardı.
Ama orada, en arkadaki odanın kapısı…
Kendi kendine açıktı.
İçerisi tamamen karanlıktı.
Ve Burcu hâlâ kendine gelememiş halde yere çömelmişti.
“Elimi tuttu biri…” dedi titreyerek. “Yemin ederim… soğuktu. Ama gerçekti.”
Nehir içeri girdi. Boş odaya baktı.
Sadece nem, taş, zaman ve…
Çok derinden, duyamayacak kadar sessiz bir fısıltı.
Sadece hissedilebilen.
Olayın ardından geçen birkaç gün boyunca bina sessizliğe gömülmüş gibiydi. Kimse olan biteni açıkça konuşmasa da, herkesin kendi iç sesiyle hesaplaştığı bir gerginlik havada asılıydı. Ama ustalar şakalaşmaya, mühendisler ölçüm verilerini tartışmaya ve hatta Nehir bile yeniden işine odaklanmaya başlamıştı. Sanki binanın içi, yaşanmış her şeyin üzerini kalın bir tozla örtmüş, hafızayı bastırmıştı.
Bir öğle vaktiydi. Ekip yemek molasındaydı. Binada yalnızca birkaç kişi kalmıştı. Onlardan biri Serhat’tı. Nehir’in eski bir okul arkadaşı, konusunda iş bulamadığı için Nehir’in ekibinde çalışıyordu. Kuzey duvarındaki geçici bir destek payandasını sökerken hafif bir esinti hissetti. Tozla kaplı taşın ardında gizli bir kapı fark etti. Çivilerle sabitlenmiş, zamanın kemirdiği kalın bir ahşap kapıydı bu.
Kapıyı açtığında gözlerine inanamadı.
Arşiv odası.
Hiç dokunulmamış raflar, demir dolaplar, titizlikle yerleştirilmiş deri ciltli defterler, hasta dosyaları… Hepsi oradaydı. Serhat merakla içeri girdi. Belki belge niteliğinde bir şeyler bulurum diye düşünüyordu. Fakat dolaplardan birindeki siyah kaplı dosya dikkatini çekti. Üzerinde Osmanlıca bir mühür vardı ve kapağının köşesine kurşun kalemle şu not düşülmüştü:
“Havva Ana / Kimliği tespit edilemedi / 1328 / Kriz sonrası gözlem altında”
Dosyayı açtı. Sayfalar sararmıştı ama çoğu okunur durumdaydı. Eski doktor notları, çizimler, bazı tıbbi gözlemler… Ve arasında, siyah beyaz, yıpranmış eski bir fotoğraf.
Fotoğraftaki kadın… Nehir’e tıpatıp benziyordu.
Aynı gözler. Aynı yüz hatları. Aynı yaş.
Sadece giysiler farklıydı; 1920’lerin Osmanlı kadınlarına özgü sade bir ferace giymişti. Fotoğrafın arkasında solmuş bir yazı vardı:
“Havva Ana - Tanısız vaka / Zaman algısı kaymış. Kimi zaman kendi adını ‘Nehir’ olarak söylediği duyulmuştur. Şadırvan bölgesinde kriz anında yere çöküp kendi kendine ninni söylediği not edilmiştir.”
Serhat bir an için nefesini tuttu. Arkasındaki odadan bir tıkırtı geldiğini sandı. Dönüp baktı. Hiç kimse yoktu.
Ama dosyadaki bir başka detay gözünden kaçmadı: “Gözlemde kalması önerildi. Zamanla ileriye dair detaylar verdiği iddiası, doktorlar arasında tartışmaya yol açtı. Geri dönmesin diye kapatıldı.”
Serhat, fotoğrafı elinde tutarken ne yapacağını bilemedi. Gözlerini tekrar tekrar görüntüye dikti. Nehir’e benzerliği öylesine çarpıcıydı ki, bu bir tesadüf olamazdı. İçini açıklayamadığı bir tedirginlik kapladı. Sonunda, ağır adımlarla yemek salonuna yürüdü. Nehir’i bulduğunda sesi alışılmadık bir ciddiyet taşıyordu:
“Bir saniye gelir misin? Çok tuhaf bir şey buldum.”
Nehir sessizce başını salladı ve Serhat’ın peşinden arşiv odasına döndü. Eski kapıdan geçerken burnuna çürümüş kâğıt ve rutubet karışımı ağır bir koku çarptı. Oda karanlıktı ama Serhat elindeki dosyayı masa üstüne dikkatle bıraktı.
“Buna bir bakmanı istiyorum,” dedi ve dosyayı açtı.
Nehir, sararmış sayfaları çevirdi. Fotoğrafı gördüğünde nefesi kesildi. Kalbi, göğsüne sığmayan bir ritimle çarpmaya başladı.
“Bu… bu ben değilim,” dedi titreyen bir sesle.
Ama öyleydi.
Kendi gözlerine baktı, başka bir zamandan.
Fotoğrafın arkasındaki yazıyı okuduğunda ise dizlerinin bağı çözüldü. “Zaman algısı kaymış… Adını Nehir olarak söylediği duyulmuştur…”
Elleriyle ağzını kapattı. Konuşamadı.
O sırada odada bir soğukluk yükseldi. Camlar titredi. Sanki hava bile bir anlığına nefes almayı bırakmıştı.
Birden, eski bir kadın sesi odanın derinliğinden fısıldadı:
“Nehir… beni duyabiliyor musun?”
İkisi de sesin geldiği yöne döndü ama oda bomboştu. Sadece toz, raflar ve unutulmuş belgeler vardı.
Nehir irkildi. Serhat’ın koluna sarıldı.
“Biri bana seslendi…”
Serhat yutkundu. “Belki… belki burası hâlâ o geçmişe açık. Sadece bir taraf geçebiliyor olabilir.”
Nehir, başını hafifçe salladı. Gözleri yaşardı. Belli ki orada bir yerlerde, bir zamanlarda başka bir Nehir vardı. Ve hâlâ kurtarılmayı bekliyordu.
Nehir, o gece binada tek başınaydı. Ekip ertesi sabah gelecekti. Ama içindeki o tanımlanamayan gerginlik, onu yerinde tutamıyordu. Arşiv odasında bulduğu dosyadan sonra her şey daha bulanık, daha derin bir hâl almıştı. Sanki binanın her köşesinde bir yankı, bir anı, bir çığlık vardı.
El fenerini alıp bodrum katına indi. Eski taş merdivenler, ayaklarının altında hafifçe sızlanıyor, duvarlardan sarkan kablolar rüzgârsız bir havada bile titriyordu. Dar bir geçitte, yıllardır kimsenin dokunmadığı gibi görünen taş bir kapıya ulaştı. Üzerinde eski Osmanlıca yazılar, çevresinde garip semboller vardı.
Kapı kendiliğinden aralandı.
İçeride… kendisini gördü.
Tam karşısında, aynı yüz, aynı gözler, ama yüzünde yılların ağırlığı ve sessizliğin yorgunluğu vardı. Elbiseleri eski, rengi solmuş. Gözleri… beklemenin verdiği sabırsız bir delilik taşıyordu.
“Nihayet geldin,” dedi eski Nehir. Sesi çatlak, ama keskin.
Nehir konuşamadı. Gözleri doldu. “Sen…”
“Ben… senim,” dedi geçmişte sıkışmış olan. “1925’de buradaydım. Onlar beni iyileştirmeye çalıştılar. Ama ben sadece bir kazaydım. Zaman bir an büküldü ve beni içeri hapsetti.”
Nehir ellerini uzattı, dokunmak istedi ama elleri boşluğu kavradı.
“Bir kapı açıldı,” diye fısıldadı diğeri. “Ve kapandı. Yüz yıldır buradayım. Aynı gün, aynı saat tekrar geliyor. Şimdi bu zamanı değiştirme şansımız var. Ama dikkatli olmalısın. Kapan sadece bir kişiyi alır…”
“Ne zaman?” diye sordu Nehir, gözleri korkuyla büyürken.
“Cuma gecesi. Saat 23:33. Bu odaya gelmelisin. Yalnız olmalısın. Bu sefer başka biri olursa… onun sonu olur.”
Nehir titredi. “Başka biri mi?”
“Adını bilmiyorum. Ama yakında öğreneceksin.”
Cuma gecesi geldi.
Herkes odalarına çekilmişti. Elektrikler yine gitmişti. Bodrumdaki taş kapı yeniden aralandı. Ama Nehir henüz oraya ulaşamamıştı malzeme odasına uğramış aşağıya inebilmek için el feneri aramaktaydı.
Bu sırada Burcu, duvardan gelen garip bir fısıltıyla uyanmış, Nehir’in sesine benzettiği bir çağrıyla cep telefonu ışığı ile Nehir’e seslene seslene adımlamıştı taş zemini. Bodrum’daki kapının eşiğine geldiğinde, içeride bir hareket hissetti. İçeri bir adım attı.
Kapı gürültüyle kapandı.
Nehir merdivenleri indiğinde, geç kalmıştı. Çığlık yoktu. Ses yoktu. Sadece sessizlik.
Kapıya yaklaştı. Elini taş yüzeye koydu.
Orada yazıyordu:
“Kapan, birini alır. Diğerini bırakır.”
İçeride, Burcu artık geçmişin bir yankısıydı. Nehir dışarıda kaldı. Yüz yıl sonra başka biri, aynı karanlığa düşmüştü.
Ama Nehir bu sefer biliyordu.
Nehir hemen soluğu Serhat’ın odasında aldı. Yıllardır tanıdığı, üniversiteden beri çalışmalarında beraber ter döktüğü aslında eski bir epigraf uzmanıydı. Serhat, onun yüzündeki rengi görünce sorularını yutmuş, hemen kalkıp peşine takılmıştı.
Binaya girdiklerinde hava farklıydı. Sanki yapı, geceyle birlikte başka bir tene bürünmüştü. Rüzgâr yoktu ama pencereler hafif hafif titriyordu. Serhat sessizdi, Nehir konuşmak için kelimeleri toparlamaya çalışıyordu.
Sonunda, eski taş kapının olduğu yere geldiler.
“Bana delirdiğini söylemeye geldin sandım,” dedi Serhat, gözlerini duvara dikmişken. “Ama buradaki yazılar… Nehir, bu semboller hiçbir yazılı dile ait değil. Karma bir yapı var burada. Süryanice, Arapça, hatta eski İbrani harflerinden kırıntılar.”
Nehir içini çekti. “Ben de öyle düşündüm. Ama burada bir mesaj var. Bu bina, zamanı bükebilen bir şeye ev sahipliği yapıyor. Ve ben… Burcu’yu kaybettim.”
Serhat kaşlarını çattı. “Kimseyi kaybetmedik. Henüz.”
O anda, yeniden arşiv odasına dönmeye karar verdiler. Nehir, dosyayı eline aldığında dizlerinin bağı çözüldü.
Fotoğraf değişmişti.
Artık o eski, solmuş fotoğrafta Burcu’nun yüzü vardı. Aynı donuk bakış, aynı duvar önündeki poz. “Havva Ana – Hasta No: 077” yazıyordu altında. Tarih… 1925.
Serhat dosyayı aldı. “Bu imkânsız. Bu kâğıdın yaşı yüz yılı aşkın ama mürekkep hâlâ taze.”
O an Nehir’in gözleri avlunun şadırvanına kaydı. Şadırvanın taşlarına kazınmış semboller, farklı bir anlam kazanmıştı şimdi.
“Bunlar… bir kapı açma ritüelinin parçaları,” dedi Serhat. “Zaman Kırımı dedikleri şey, sembollerin belli bir düzende okunmasıyla tetiklenmiş olabilir. Ama aynı şekilde geri de döndürülebilir.”
İpuçlarını birleştirdiklerinde, tüm sembollerin avlunun dört köşesinde bulunduğunu fark ettiler. Serhat, sembolleri çevirip Nehir’e sıraladı:
“23:33, Kurban, Yankı ve Aynı Gün.”
Her biri, duvarın bir köşesinde kazınmıştı. Nehir bir anlığına şadırmvana yaslandığında altında bir şeyin kıpırdadığını hissetti ve merkezdeki şadırvanın tam altında, bir geçit ortaya çıktı.
Gece yarısı geçidi açmak için gereken son şeyin, geçmişten gelen yankının tekrar etmesi olduğunu fark ettiler.
Nehir, Burcu’nun sesini anımsamaya çalıştı. O geceden kalan uğultuları. O ninniyi. Serhat şadırvanın altına inmek için kapıyı açarken, Nehir eski Türk ninnisini mırıldandı:
“Dandini dandini dastana / Danalar girmiş bostana…”
Ses… cevap verdi.
Taşlar yerinden oynamaya başladı. Binanın zemini sarsıldı. Işıklar söndü. Şadırvanın altındaki geçit, zamanın kendisi gibi içeri çöktü. Nehir ve Serhat, geçidin içine atladılar.
Geçidin sonunda, zamanın durduğu bir odadaydılar. Duvarda, Burcu. Dondurulmuş gibi. Ellerini uzatmış, gözleri korku içinde açık. Nehir ağlayarak yaklaştı.
“Şimdi,” dedi Serhat. “Sembolü oku. Geri çağır.”
Nehir taş zemine kazınmış son sembole dokundu.
Işık patladı. Her şey titredi. Bir çığlık duyuldu—ama bu sefer Nehir’in değil, zamanın kendisiydi.
Ve bir anda… her şey karardı.
Nehir gözlerini açtığında binanın dışındaydı. Sabah olmuştu. Elinde hâlâ tozlu dosya vardı.
Serhat yanında nefes nefeseydi.
Binaya tekrar girdiklerinde herkes oradaydı. Burcu da.
Koştu Burcu’ya sarıldı. Ancak içini garip bir his kapladı. Hemen birkaç adım uzaklaştı.
Burcu ona baktı. Gülümsedi. Ama… o gülümseyişin altında bir şey vardı sanki. Gözleri, bir başkasının gibiydi.
Koridorda ilerleyip elindeki dosyaya tekrar baktığında, bu sefer içinde hiç fotoğraf yoktu.
Ve Nehir dönüp, Burcu’ya bir kez daha baktı.
Burcu imalı bir gülümsemeyle gözlerini Nehir’e dikmişti.
Nehir onun gözlerinde kırmızı bir gölge gördüğüne yemin edebilirdi…
Bunlar da ilginizi çekebilir
"Tavan Arası" Dergisi 2. Sayısıyla Dijital Yayın Hayatında: Sanatın Işığında Farkındalık Vurgusu!
Kültür, sanat ve edebiyatın dijital adresi "Tavan Arası" dergisi, Kasım 2025 tarihli 2. sayısı ile okuyucularıyla buluştu.
3 saat önceMaya Uygarlığının En Eski Anıtı: Evrenin Haritası Olabilir
Meksika'nın Tabasco eyaletinde keşfedilen devasa Aguada Fenix anıtı, yapılan son araştırmalara göre yalnızca büyük bir yapı değil, aynı zamanda evreni sembolize eden bir 'kozmogram' olarak inşa edilmiş olabilir.
8 saat önceArtvin'de 11 Kasım Milli Ağaçlandırma Günü Coşkusu: Tüm Halkımız Davetli!
Artvin Valiliği ve Artvin Orman Bölge Müdürlüğü'nden Ortak Çağrı: "Yeşil Vatan Sevdalılarını Fidan Dikimine Bekliyoruz."
9 saat önce

