Rosalinda – Ahtapot’un gölgesinde Aşk
(ÖYKÜ) Rosalinda – Ahtapot’un gölgesinde Aşk
07/09/2025 19:33 | Son Güncelleme : 06/11/2025 20:30 | Bike S. Demirkız
Rosalinda – Ahtapot’un gölgesinde Aşk
Yazan: Bike S. Demirkız – Neşe Kazan – Sefer Kaya
![IMG-20250907-WA0013[1]-i68bdde78b3312.jpg](https://bilgigazetesi.org/uploads/IMG-20250907-WA0013[1]-i68bdde78b3312.jpg)
Portekiz - 1798
Serin bir sonbahar sabahıydı. Ilık bir esintiyle kıpırdayan deniz, kıyıyla vedalaşmaya hazırlanan “Ahtapot”un bordasını okşuyordu habire.
Her sabah güneş doğmadan kalkan tayfalar, bugün ortalıkta hiç görünmemişlerdi. Son bir haftadır canlarını dişlerine takmış, var güçleriyle sarılmışlardı işlerine. “Akşamki ziyafeti hak ettiler,” diye geçirdi içinden Kaptan Shawn sabırsızlıkla.
Makaronezya takımadalarının en büyüğüne demirlemişlerdi. Adanın kuzeyinde bulunan derin koy, açıktan geçen gemilerin rotalarından oldukça uzaktı. İspanyol denizcilerinin korkulu rüyası haline gelmiş olan "ahtapot", dolunaysız gecelerde bile sessizce koydan çıkar, Atlas okyanusundan esen ılık rüzgârların şişirdiği simsiyah yelkenlerinin de yardımıyla korkunç bir hayalet gibi süzülerek, bir anda takip ettiği geminin ensesinde beliriverirdi. İskele ya da sancak tarafından bordasına yanaştıkları gemiye tırmanan ve her biri artık usta birer savaşçı haline gelmiş iriyarı tayfaların korkunç naraları, kılıç şakırtılarına karışır, yarım saat içinde gemi ele geçirilerek kaptan ve mürettebattan sağ kalanlar da kılıçtan geçirilir, okyanusun karanlık sularındaki köpek balıklarına yem edilirdi.
Kaptan Shawn adanın yerli halkıyla iyi geçinir, geminin içme suyu ve et ihtiyacını vurgunlardan elde ettikleri battaniye, rom, tütün gibi öte beri ile takas ederek karşılardı.
Kaptanın iki metreye yakın boyu, kocaman kafası ve ürkütücü keskin bakışları bile, muhatabının kalbine anlaşılmaz ve anlatılmaz bir korkunun saplanıp kalması için yeterliydi. Çok fazla konuşmaz, neredeyse hiç gülmezdi. Sanki anasından, Atlas Okyanusu'nun İber yarımadası açıklarında seyredecek olan Fransız, İngiliz ve İspanyol gemilerine kan kusturacak acımasız bir korsan olmak için doğmuştu.
Tuzlu okyanus rüzgarıyla buluşunca hârelenen, salıverdiğinde kürek kemiklerinin altına kadar uzanan siyaha yakın kahve rengi saçlarını, banyo yaptıktan iki gün sonra, çizmelerinin bağcıklarına benzeyen ama biraz daha yumuşak ceylan derisinden örülerek yapılmış, serçe parmağından daha ince bir iple bağlar ve bir dahaki banyoya kadar hiç çözmezdi.
Bir zamanlar Fransa kraliyet donanmasının en başarılı amirallerinden birisi olan Gaspard de Rochefort, 1789 yılında yaşanan Fransa'da ve tüm Avrupa’da yeni bir devir başlatan ünlü Bastille baskınından bir gün evvel, gece yarısı, emrindeki mürettebat ile terk ettiği Toulon’a bir daha hiç dönmemiş ve o gün bugündür Atlantik’te Kaptan Shawn adıyla nam salmıştı.
Keskin zekâsının yanında otuz beş yıllık tecrübesiyle, sadece “Liberté, Égalité, Fraternité”, (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) peşinde koşmaz, aynı zamanda Atlas Okyanusu'nun karanlık sularını azgınlaştırıp üstüne salan fırtınalara da meydan okur, her defasında uyguladığı başarılı taktikler ve yaptığı ustaca manevralar sayesinde, kazanan taraf olmayı başarırdı.
Daha yirmi dört yaşındayken İkinci kaptanı olduğu geminin sahibi olan Mösyö Victor Valentine’in şu sözünü kulağına küpe etmişti. "Okyanusun, gökyüzünün ve albatrosların dilinden anlamayan kaptan olamaz".
Küpeşteye yaslanmış vaziyette büyülenmişçesine ufka dalıp giderken, çoğu zaman sararmış dişlerinin arasında ısırıverecekmiş gibi tuttuğu purosu dudaklarını yakmaya başlayınca, bir anda toparlanan bu iri yarı adam, artık emekli olma zamanın yaklaştığını içten içe hissetmekteydi.
***
Denize tekrar açıldıklarından bu yana haftalar geçmişti. Neredeyse rom stokları tükenmek üzereydi. Neyse ki bu gece limana demirleyip karaya çıkarak kumanya eksiklerini tamamlayacaklardı. Son gece, alışılageldiği üzere düzenlenen eğlencede, romlar son damlasına kadar tüketilmiş, şarkılarla birlikte sarhoş olanların naraları havalarda uçuşmuş, ayakta duramaz hale gelinceye kadar tepinerek dans etmişlerdi.
Nedense en fazla coşan kaptanın sağ kolu ve en iyi dostu Alistair olmuştu. Mandolinle çalınan melodiye delicesine figürlerle eşlik ederken, düşüp bir yerini kırabilme ihtimali birçok kişiyi hem güldürüyor hem de huzursuz ediyordu.
Atlantik’in tuz kokulu havasında, Alistair’in kalbi ve zihni uzun zamandır sadece tek bir duyguya demir atmıştı. Ya da tek birine mi demeli.
Limanın uğultusu, martı çığlıkları ve deniz kokusu arasında, Alistair onu ilk gördüğünde bir anlığına nefesini unutmuştu. Elindeki sepet yere düşüp elmalar yere saçılınca fark etti onu. Rüzgâr beline kadar ahenkle uzanan kumral saçlarını hafifçe havalandırıyor, gözleri sanki doğrudan onun kalbine değiyordu. Kız bir anda “Rosalinda çabuk gel!” diye çağıran bir ses üzerine telaşa kapılıp, hızla uzaklaştı. Kalabalık aralarına girip çıkıyor, birbirlerinden uzaklaşıyor, yaklaşıyor ama asla bakışlarını kopartmıyorlardı... Yan yana geldiklerinde, zamanın terazisi şaşmıştı. İlk defa karşılaşıyorlardı belki ama bakışlarındaki dinginlik, yıllar öncesinden kalan bir hatırayı paylaşır gibiydi. Konuşmasalar da sanki çok şey söylenmişti aralarında. Bu his, uzun bir yolculuktan sonra hiç değişmemiş bir sokağa sapmak gibiydi; Hani duvarların rengini, taşların kokusunu unuttuğunu sandığın ama attığın ilk adımda yolunu bulduğun... Birbirlerine dönüp gülümserken içlerinde şu garip his vardı: “Sanki seni hep tanıyordum.” Tıpkı ezberden bilinen bir melodinin ansızın çalması ya da yıllardır saklı kalan bir kitabın arasından düşen kurutulmuş çiçeğin kokusunu almak gibiydi. Böyle tanıdık bir şeydi aşk. Bir an, bütün liman yol olmuştu sanki. Ne dalgaların sesi vardı ne telaşlı bağrışmalar. Yalnızca iki çift göz, birbirinin varlığını uzun zamandır suskun bir sır gibi beklemişti. Ve o an, bir ömürlük buluşmanın en kısa, en derin hali oldu. Konuşmadan anlaştı gözleri. Birbirlerine söz verdiklerini bakışlarından anlamışlardı.
***
Alistair varacakları limanda, son seferlerinde kısa bir an rastladığı ama sadece adının Rosalinda olduğunu öğrenebildiği, o gülen gözlere tekrar bakabilmeyi umut ediyordu. Kim olduğunu, nasıl bulabileceğini bilmemesine rağmen aylardır tek düşünebildiği oydu. Gemideki herkes alay etse de o asla vazgeçmemişti. Şimdiyse artık ona çok yaklaşmıştı.
Deniz o sabah olağanüstü sakindi. Yıllardır fırtınaların iniltisini dinlemeye alışmış tecrübeli Korsan Alistair, böylesine dinginlikte yelken açmaya yabancıydı. Gemi batmamış, yol bitmiş ve nihayet kara görünmüştü.
Göğsünde yankılanan tek şey, cesaretiyle övünen kalbinin tanımadığı bir telaştı. Kıyıya yanaşan sandalın tahtaları gıcırdarken, Alistair gözlerini sahile dikti. “İşte,” diye düşündü, “işte bu yol Rosalinda’ya çıkıyor.” Madeira’nın Kumlarına ilk adımını attığında, rüzgârın getirdiği tuzlu hava ona gençliğinde duyduğu kokuları hatırlattı. Adını fısıldadı:
— Rosalinda…
Omuzları geniş, elleri nasırlıydı ama yüreği bir çocuğunki gibi çarpıyordu. Arka sokaklara giden taş yolda yürümeye başladığında kalbi fırtınadan beter gürlemeye başlamıştı. Döndüğü her köşe başı ona kavuşmayı vaat ediyor gibiydi. “Belki şu avluda,” dedi içinden. “Ya da şu pencerenin ardında…” Ama hiçbir yerde yoktu.
Bir kapı yarı aralıktı; rüzgârın esintisiyle sallanıyordu. Bir gölge geçer gibi oldu o kapının ardından. Alistair olağan alışkanlıkla elini kabzasına götürdü, sonra vazgeçti. ‘Bu yol savaş için değil, aşk için’, diye hatırlattı kendi kendine. Adımlarını yavaşlattı. Sesi kısık bir dua gibi yankılandı:
— “Rosalinda!... Geldim, buradayım”.
Fakat cevap gelmedi. Sadece dalgaların uzak uğultusu ve martıların tiz çığlıkları...
***
Alistair en son vurgunun ganimetinden payına düşenle beraber toplam 2750 İspanyol Real’ine ulaşan küçük hazinesinin bulunduğu deri keseye baktı uzun uzun.
Bugün bu, Rosalinda ile arasındaki mesafeyi bitirmeye yetecek miydi acaba?
O kapıdan ikinci kez adımını atıyordu; bu kez kararlıydı. Gemi demir aldığında, bu sefer o içinde olmayacaktı. Onu memleketine bağlayan hiçbir şey yoktu. Yıllardır denizler onun evi olmuştu. Bu topraklarda hiç değilse içindeki umut vardı. Pekâlâ, artık buraya yerleşebilir, kök salmaya başlayabilirdi. Memleketinde onu bekleyen ne kimsesi ne de toprağı kalmıştı zaten. Ne yolunu gözleyen bir anne ne sitem eden bir baba ne de kapıda hasretle bekleyen bir kardeş…
Hepsi ya çoktan toprağa karışmış ya da uzak diyarlarda unutulmuştu. Oraya dönse bile, koca bir boşluktan başka ne bulacaktı ki?
***
Alistair, İskoçya’nın uçsuz bucaksız, yemyeşil topraklarında, varlıklı bir çiftçi ailesinin üçüncü oğlu olarak dünyaya gelmişti. Sevgi dolu ve mutlu bir aileydiler. Kızıl saçları ve yanaklarındaki çilleriyle, koyunların peşinde koşarak büyümüştü. Ancak ne olduysa, o uğursuz 1782 yazında oldu…
İskoç toprak sahipleri, İngilizlerin de desteğini alarak, geleneksel köylüleri topraklarından sürüp büyük çiftlikler kurmaya başladılar. Sıra ailesinin küçük çiftliğine geldiğinde, klanlarının desteğiyle direnmeye çalıştılar. Ancak karşı tarafın elindeki silahlar ve güç nedeniyle uzun süre dayanabilmeleri mümkün olmadı. Çoğu ya öldürüldü ya da kaçmak zorunda kaldı. Alistair, kaçmayı başarabilenlerdendi. Genç yaşında denize doğru tek başına yol aldı.
Önceleri miço olarak birkaç gemide boğaz tokluğuna, adeta köle misali çalıştı. 1790 yılına geldiğindeyse talihi ona nihayet göz kırptı: Bulunduğu ticari gemi Atlantik’te seyir halindeyken korsan saldırısına uğrayarak battı. Korsanlar gemiyi lime lime etmişti. Alistair, yanan güverteden denize atladığında ne hayatta kalma umudu vardı ne de bir amacı. Ama kaderin onun için başka planları vardı. Dalgalar onu savururken, saçları suyun üstünde bir bayrak gibi dalgalanıyordu.
Kaptan Shawn, dürbününü indirip küfretti: “Şu suda yüzen kızıl şey de ne?” Sandalını suya indirdi, dalgaları yararak Alistair’e ulaştı. Onu çekip çıkardığında, genç adamın gözlerinde hem korku hem inadı gördü. “Senin gibi birini denize geri vermem,” dedi kaptan. O günden sonra, Alistair onun gölgesi gibi peşinden hiç ayrılmadı.
***
Madeira’nın Taş sokakları, tuzlu rüzgârı, sahil boyunca uzanan eski evleriyle içindeki umuda tutunabileceği tek yerdi. Rosalinda burada yaşamış, burada gülmüş, belki hâlâ burada bir iz bırakmıştı. Onun adıyla çarpan her dalga, Alistair’ın yüreğine “kal” diyordu.
Satın almaya hazırlandığı evin, loş yatak odasına adım attığında, parmak uçlarıyla önce taş duvarları yokladı. Tozla kaplı masada, birinin sanki aceleyle terk ettiği bir mendil duruyordu. Mendilin ucuna işlenmiş solgun bir harf dikkatini çekti... R.
Alistair’ın boğazı düğümlendi, kalbi duracak gibi oldu. Bir an gözlerini kapattı, mendili burnuna götürüp kokusunu içine çekti, tam o anda odanın köşesinden ince bir kahkaha duyduğuna yemin edebilirdi. Gözünü açtığındaysa sadece derin bir sessizlik hakimdi odaya.
Gel gör ki, umut tam da buydu işte. Görünmeyen bir hatıra, silinmeyen bir iz…
Derin bir nefes aldı.
“Artık denizlerde değil,” dedi kendi kendine. “Bundan sonra burada, toprakta, bu evde, bu sokaklarda kök salacağım. Rosalinda’ya kavuşamasam da onun hatırası her yerde biliyorum o beni terk etmedi.”
Geriye yaslandı, kırık pencereden içeri süzülen ışığa baktı.
O an, belki de ilk defa bir korsan değil, sıradan bir adam gibi hissetti. Gemilerden, kılıçlardan, yağmalardan uzak; yalnızca bir umutla yaşayan bir adam...
***
Rosalinda, Madeira Valisi’nin kızı olarak konağın taş duvarları arasında kendini hapsolmuş hissediyordu. Babası, ünlü Portekizli komutan Capitão-General Estêvão da Silveira, siyasi çıkarlar uğruna onu genç bir İspanyol subayla nişanlamıştı. Fakat Rosalinda’nın kalbi bu evliliğe karşı soğuktu. Çocukluğundan beri denize bakarak özgürlüğü düşler, kaderinin bir başkasının kararıyla çizilmesine isyan ederdi.
Bir gün limanda kalabalığın arasında yürürken, elindeki sepet dengesini kaybetmiş. Kızarmış elmaları taş zemine yuvarlanmıştı. Tam o sırada karşısına geniş omuzlu, kızıl saçlı bir denizci çıktı. Eğilip elmaları topladı. Rosalinda’nın gözleri bir an onun gözlerinde takılı kaldı. Şaperonu telaşla “Rosalinda, çabuk gel!” diye seslenince aceleyle oradan uzaklaşmak zorunda kalmıştı.
Rosalinda eve döndüğünde uzun süre dalgın gezdi. O bakış aklından çıkmıyordu bir türlü. Bir gün konağın bahçesinde yürürken rüzgâr, ince işlemeli mendilini kapıp sürükledi. Hizmetkârları peşine düşmüş ancak mendili bir türlü bulamamışlardı. Halbuki Mendil, rüzgârın azizliğiyle çıktığı kader yolculuğunu, kıyıdaki kasabanın eski bir balıkçı kulübesinde başarıyla tamamlamıştı.
***
Rosalinda düğün günü yaklaştıkça içten içe plan yapıyordu. Babasının konağındaki gizli geçidi kullanarak, gece karanlığında sahile inmeyi düşünüyordu. Kalbinde tek bir ses vardı sadece: Özgürlük. Ve uzaklarda bir yerde, kendisini gerçekten sevdiğine inandığı bir yürek. O gece odasının ağır perdelerini örtüp yatağa uzanmış gibi yaptı. Aklında karanlıkta kıvılcımlanan bir plan vardı. Konağın duvarlarının ardında nefesini tutmuş bir dünya gizleniyordu. O eski, taşlarla örülü geçit. Çocukken dadısından duymuştu, konağın temelinden başlayan bu gizli yol, yıllar önce korsan saldırılarından korunmak için yapılmıştı. Babası bile belki çoktan unutmuştu bu tüneli, ama Rosalinda hala hatırlıyordu.
Gece yarısı, herkesin uykuda olduğunu bildiği bir vakitte elinde küçük bir fenerle o gizli kapıyı araladı. Soğuk taşlardan sızan nemli hava yüzüne vurdu. Fener ışığı duvarlarda titreyerek ilerliyor, sanki bin yıllık sırları uyandırıyordu. Her adımında taşların arasında sürünen gölgeler vardı. Kimi zaman bir su damlası düşüyor, yankısı tüneli dolduruyordu. Korku dense değil, tuhaf bir heyecan sarmıştı yüreğini. Bu yol onu zincirlerinden uzaklaştıracak, özgürlüğe taşıyacaktı. Ama kalbinin derinlerinde bu cesareti besleyen tek şey özgürlük arzusu değildi. Birkaç gün önce, en sadık hizmetkârlarından biri, pazarda tesadüfen duyduğu haberi babasına fısıldarken duymuştu. “Beyim, şehre yabancı bir gemi yanaşmış. İçlerinden birisi burada kalma planı yapıyormuş hatta kıyıdaki eski evi satın almış. Kızıl saçlı İskoçyalı bir denizciymiş, adı da Alistair’miş.” İşte o an Rosalinda’nın içi ürpermişti. Limanda yaşanan o kısacık karşılaşma, göz göze geldikleri o büyülü an zihnine yeniden canlanmıştı. Adını bile bilmediği o yabancının şimdi adını da öğrenmişti. Alistair… Adı dilinde dönüp dolaşıyor, yüreğinin her atışına eşlik ediyordu. Adada kalmak istemesi bile tek başına yeterli bir sebepti, onun kendisi için geldiğine inanmasına…
Şimdi işte, gizli geçitte attığı her adım, onu yalnızca sahile değil, belki de o gözlere yaklaştırıyordu. İçindeki fısıltı tek bir kelimeyi yineliyordu: Özgürlük. Ama kalbinin alt katmanında coşkulu bir ses daha vardı: “O burada…” Geçit giderek daralmıştı. Duvarlardaki taşlar yosun tutmuş, yer yer deniz kokusu sızmaya başlamıştı. Fenerin ışığı artık soluk görünüyordu; sanki denizin kendi ışığı yol göstermeye başlamıştı. Nihayet önündeki taş duvarın arasında gizlenmiş eski kapağı buldu. Paslı halkayı çektiğinde, yılların tozu ve tuzu üzerine döküldü. Gözlerini kısmak zorunda kaldı; karşısında ay ışığıyla yıkanmış kıyı ve yakamoz bir düğün sahnesini andırıyordu. Karanlıkta, dalgaların köpükleri bembeyaz parlıyor, rüzgâr saçlarını savuruyordu. Sahil, gece yarısının sessizliğinde büyüleyici görünüyordu. Rosalinda ilk defa gerçekten nefes aldığını hissetti. Derin soluklanırken özgürlüğü ciğerlerine çölde susuz kalmışçasına, kana kana doldurdu. Gözlerini açtığında hemen yanında bir şeyin parladığını fark etti. Eğildi, kumların arasında yarısı gömülmüş küçük bir düğme buldu. Üzerinde ince bir motif işlenmişti. Denizci ceketlerine özgü bir işaretti bu. Eliyle sıkıca kavradı, kalbi hızla çarpıyordu. Düğme, Alistair’ın burada olduğunun ilk işareti olabilirdi. Ay ışığına bakarak fısıldadı: “O burada…”
Rosalinda, karanlık tünelin serinliğini ardında bırakıp ay ışığının altına çıktığında, denizden esen “Brisa do mar” meltem rüzgârı yüzüne çarptı. Bir an içi ürperdi ama bunu düşünecek durumda değildi artık. Özgürlük hayali yalnızca birkaç dakika sürmüştü. Arkasında çakıl taşlarının hışırtısını duydu. Birkaç iri cüsseli korsan, onu fark etmiş ve bu fırsatı kaçırmak istememişti. Kaçmaya fırsat bulamadan sert eller omuzlarını kavradı.
“Hanımefendi çok acele ediyor,” diye alay etti korsanlardan biri, dişsiz ağzıyla sırıtıp.
Kızın çığlığı dalgaların sesinde boğuldu. Birkaç dakika içinde kendini “Ahtapot”un karanlık gövdesinde, tayfaların alaycı bakışlarının ortasında buldu. “Bırakın beni ben valinin kızıyım” diye bağırıyordu can havliyle.
Kaptan Shawn ağır adımlarla yanına geldi, sert bakışlarını ona dikti:
— “Valinin kızı ha… iyi bir fidye getirecek bu bize.”
Rosalinda korkuyla geri çekildi, fakat gözlerinde yine de isyanın kıvılcımları vardı.
Alistair, güverteye çıktığında kalabalığın arasında Rosalinda’yı görünce yüreği sıkıştı. Yoldaşlarının kahkahaları kulaklarını tırmalıyordu. Oysa onun gözünde hiçbir şey yoktu; sadece zincire vurulmuş gibi duran genç kadının korkuyla parlayan bakışları…
“Onu böyle bırakamam. Ne pahasına olursa olsun.” Tam kılıcına davranmıştı ki…
O sırada ufukta birkaç küçük kayığın gölgeleri belirdi. Ay ışığı kürek darbelerine vurdukça parıltılar saçıyordu. Alistair’in içi umutla doldu. Gelenler Rosalinda’nın babası ve askerleriydi.
Aynı saatlerde Vali Estêvão, kızının ortadan kaybolduğunu öğrenmiş, sadık birkaç adamıyla birlikte gizli geçitten ilerleyerek koya varmışlardı. Karşılarında devasa “Ahtapot” gemisi duruyordu.
Vali dişlerini sıktı:
“Şeytanın gemisi bu… Demek şimdi de kızımın peşindesin ha!”
Hiç vakit kaybetmeden sandallara binip gemiye doğru kürek çektiler.
Bir anda geminin güvertesi kargaşaya teslim oldu. Valinin adamları tırmanarak güverteye çıkmıştı. Kılıçlar çekildi, çığlıklar ve metal sesleri havayı doldurdu. O hengâme içinde, iki adam bir anda karşı karşıya gelmişti: Capitão-General Estêvão da Silveira ve Kaptan Shawn.
Vali’nin gözleri öfke ile kıpkırmızı kesilmişti.
“Seni tanıyorum, Rochefort! Yıllar önce gemime saldırıp adamlarımı kılıçtan geçiren sen değil miydin?”
Shawn’ın yüzü ay ışığında heykel gibi sertti.
“Demek o zaman elimden kurtulmayı başarmışsın ama O gün yarım kalan hesap, bu gece kapanacak.” diyerek kılıcını çekti.
Kılıçlarını havaya kaldırdılar. Tayfalar ve askerler dövüşmeyi bırakıp çember oldu, Denizden gelen uğultu, düellonun trampet sesi gibiydi.
Tam kılıçlar çarpışmak üzereyken, Alistair ileri atıldı.
“Durun!” diye gürledi.
Gözleri hem kaptanına hem valiye dikilmişti. İçinde bir fırtına kopuyordu. Kaptanı, yıllardır baba bildiği Shawn’du. Ama karşısındaki adam da sevdiği kadının babasıydı. İkisinden birini ölmesi demek, Rosalinda’yı sonsuza dek kaybetmek demek olabilirdi. Bu yüzden acele bir plan yaptı.
Sesi güvertede yankılanıyordu artık:
“Bu kavganın son bulması gerek. Çünkü Rosalinda artık hiçbirinizine ait değil… O sadece bana ait… O benim karım!”
Güvertede bir uğultu yükseldi. Tayfalar kahkahalarla birbirine baktı. Valinin yüzü bembeyaz kesildi. Rosalinda bir an donup kaldı, sonra Alistair’in ellerini tuttu. Gözlerinde şaşkınlık ve minnet vardı.
— “Doğrudur,” dedi kararlı bir sesle o da yalana iştirak ederek. “Biz gizlice evlendik. Kilisede yemin ettik. Tanrı huzurunda artık onun eşiyim.” “Hatta yakında bir bebeğimiz olacak” diyerekten yalanın dozunu arttırdı. Bu sefer şaşkınlıkla bakan Alistair olmuştu.
Bir anda gemiye bir sessizlik çöktü. Dalga sesleri bile geri çekilmiş gibiydi. Herkes, Kaptanın ve Valinin tepkisini bekliyordu. Shawn kıs kıs gülerek kılıcını indirdi.
“Evlat sonunda yolunu bulmuşsun.” diyerek Alistair’in sırtına bir şaplak attı.
Vali titreyen elleriyle kılıcını indirdi. Gözlerinde öfke hâlâ yanıyordu ama hayattaki tek ailesi sevgili kızının bakışındaki yalvarışı görmezden gelemezdi. Dudaklarından yalnızca şu söz dökülebildi:
— “Ey Kızıl kafa… Eğer kızıma bir gün ihanet etmeye kalkarsan ya da onu üzersen, seni hangi delikte olursan ol bulur, kendi ellerimle boğarım.” “Artık korsanlık günlerin sonra erdi. Seni muhafız alayımın komutanı yapıyorum. Villa Madeira’yı da düğün ve torun hediyesi olarak size veriyorum. Yalnız herkesin önünde tekrar resmi bir düğünle evleneceksiniz ve bebek olayını kimseye söylemeyeceksiniz. Ahtapot da bir daha bu sularda avlanmayacak. Şartlarım bunlar” dedi ve kılıcını kınına geri soktu.
Rosalinda gözyaşları içinde Alistair’e sarıldı. Tayfalar, şaşkınlıkla bu yeni evliliğin getirdiği beklenmedik barışa şahit oluyordu. Dalgalar geminin bordasına vuruyor, sanki bu aşkı kutsuyordu.
O gece “Ahtapot”un güvertesinde ne kan döküldü ne de eski hesaplar kapandı. Ama aşk, kılıçların keskinliğini yumuşatmış, iki düşman arasına görünmez bir köprü kurmuştu.
Rosalinda ve Alistair, yıldızlarla dolu gökyüzünün altında birbirlerine sarılırken, Shawn’un tok sesi duyuldu:
“Deniz huzur vermez ama size şans diliyorum. Çünkü dalgalara karşı duran tek şey, gerçek aşktır.”
Bunlar da ilginizi çekebilir
"Tavan Arası" Dergisi 2. Sayısıyla Dijital Yayın Hayatında: Sanatın Işığında Farkındalık Vurgusu!
Kültür, sanat ve edebiyatın dijital adresi "Tavan Arası" dergisi, Kasım 2025 tarihli 2. sayısı ile okuyucularıyla buluştu.
3 saat önceMaya Uygarlığının En Eski Anıtı: Evrenin Haritası Olabilir
Meksika'nın Tabasco eyaletinde keşfedilen devasa Aguada Fenix anıtı, yapılan son araştırmalara göre yalnızca büyük bir yapı değil, aynı zamanda evreni sembolize eden bir 'kozmogram' olarak inşa edilmiş olabilir.
8 saat önceArtvin'de 11 Kasım Milli Ağaçlandırma Günü Coşkusu: Tüm Halkımız Davetli!
Artvin Valiliği ve Artvin Orman Bölge Müdürlüğü'nden Ortak Çağrı: "Yeşil Vatan Sevdalılarını Fidan Dikimine Bekliyoruz."
9 saat önce

